Doç. Dr. Güray ALPAR 

(E) Tümgeneral 

 

 

Güvenlik; birey, topluluk veya toplumun arzu edilmeyen, beklenmeyen olay, durum veya saldırılardan, maddî, yasal ve psikolojik araçlarla korunması anlamını taşır (Ergül, 2008:129). Toplum hâlinde yaşamanın en büyük getirilerinden birisi güvenliktir. Devletler, muhtemel iç ve dış her türlü tehlikelerden korunmuş olarak varlıklarını devam ettirmeye çalışırken, vatandaşları da kendilerini muhtemel tehlikelere karşı güvende hissetmek ve yaşamlarını huzur içerisinde sürdürmek istemektedirler. "Sosyal Sözleşme" olarak tarif edilen felsefeye göre, toplumu teşkil eden bireyler, özgürlüklerinin bir kısmını devlete devrederek, karşılığında bazı ihtiyaçlarının karşılanmasını beklerler (Beccaria, 2003:20-22). Bu anlaşma çerçevesinde devlete düşen temel sorumluluk, intizamı sağlayarak adaleti tesis etmek ve güvenlik ihtiyacını karşılamaktır. Vatandaşlar, devlet tarafından sağlanan bu hizmetin eksiksiz olarak yerine getirilmesini isterler. Bu hizmetin yetersiz ve eksik bir biçimde sunulması ise genelde "devlet iflası" olarak kabul edilmektedir (Munger, 2000). Devlete, topluma, kişilere, mal ve eşyalara yönelik tehlike ve kazaları önlemek için alınan hukuka uygun önlemlerin tümü emniyet, bu önlemlerin alınması sonucu, toplumda dirlik ve düzenin varlığı konusunda oluşan yaygın inanç ise âsâyiş olarak tanımlanmaktadır (2803 Sayılı Kanun ve Yönetmelik, 1984:21). Bu noktada, sadece emniyetin sağlanmasının değil, sağlandığı konusunda toplumda bir inancın oluşturulmasının da önemli olduğu görülmektedir. Toplumda düzenin kurulması, emniyet ve âsâyişin sağlanması ve bunun sürdürülmesi toplumsal bir kaygıdır. Bu yüzden güvenlik güçlerine ihtiyaç duyulur. Güvenliği sağlayan birimler genel olarak kolluk olarak nitelendirilir. Kolluk, kamu düzeni ve güvenliğini koruma, kollama, suç ve suçluları bulmakla görevli, gerektiğinde zor kullanma yetkisine sahip, kanunlarla verilen yetkiler dâhilinde görev yapan devlet kuruluşlarıdır.

Tarihî olayların incelenmesi geleceğe yönelik kararların verilmesine yardımcı olmaktadır. Hâlbuki birçok durumda insanlık, kendinden öncekiler gibi, dünyaya kendi gözlüklerinden bakarak binlerce yıllık deneyimini boşa harcamakta ve böylece geçmişin karanlığına gömülüp giden koca bir insanlık hazinesinden yararlanma fırsatını kaçırmaktadır (Zeldin:2010). Tarihî gelişim içerisinde belgelerle izah edildiği şekilde, askerî statülü kolluk kuvvetlerinin, Türklerde bir devlet geleneği olarak, değişik isimlerle güvenlik sistemi içerisinde yer aldığı ve diğer ülkelerin güvenlik yapılanmalarına örnek teşkil ettiği görülmektedir. Jandarma esaslı bir incelemeye tabi tutulduğunda, özünde “fedakârlık” ve “tevazu” kavramlarının olduğu görülür. İstiklal Harbi komutanlarından Mareşal Fevzi Çakmak, jandarmanın önemini ve fedakârlığını, “Jandarma ordu saflarındaki hizmetleri ve askerî harekâttaki kahramanlıkları için anıtlar dikmek gerekir.” (Kayalıbalı ve Arslanoğlu, 1973:671,674) diyerek dile getirmiştir. Askerî statülü bir kolluk kuvveti olarak jandarma, bu niteliğinin bir sonucu olarak dünyada da fedakârlığı ile bilinmektedir. 19’uncu yüzyılda yaşamış bir Fransız generali olan Gioacchino Ambert’in jandarma ile ilgili tespitini vurgulayan “Ben jandarmayı bir hemşire şefkati ile suçlunun imdadına koşarken gördüm. Onu bir din adamı gibi mahkûmu son saatinde teselli ederken gördüm. Onu, çatışmalardan sonra doktor gibi yaraları sararken, kulübelerde mürşit gibi kinleri teskin ederken, hâkim gibi tarafları barıştırırken gördüm. Onu fedakârca çarpışırken, onu din adamları gibi sessiz ızdırap çekerken ve en sonra kahramanca ölürken gördüm.” sözü bunu açık olarak ifade etmektedir (Aktaran Bazetta: 1914).  

 

Güvenlik olmadan hayatın olağan akışı sağlanamaz.

Güvenlik, kazanılan değerlere yönelik bir tehdidin olmaması (Wolfers, 1952: 481-502) ya da tehlikeler karşısında emniyette olmak veya emniyette olduğunu hissetmek olarak tanımlanabilir. Güvenliğin sağlanması kadar, sağlandığı yönünde bir algının oluşması da önemlidir. Güvenlik olmadan hayatın normal akışı sağlanamadığı gibi Maslow (1943)’un araştırmalarıyla desteklediği üzere insanlar güvenlik ihtiyacını gidermeden daha üst seviyelerdeki; ait olma, sevgi, saygı ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını gideremezler.

Güvenlik anlayışı kadar güvenlik ihtiyacı da değişim göstermektedir.

Roma’da güvenlik kavramı; merkeze bağlı sistemlerin sürekliliği, diğer aktörlerin sisteme dahil edilmesi, hukuk kuralları ile adaletin tesisi ve güçlü bir ordu ile sistemin korunması esasına dayanıyordu. Sisteme yönelik tehdit ise halk hareketleri ve isyanlar olarak görülüyordu. Günümüz ortamında zaman ve mekân kavramlarındaki değişmeye rağmen anlayışın fazlaca bir değişiklik göstermediği görülüyor ve sorun da bu noktada kendini gösteriyor.

Tarih boyunca güvenlik anlayışı değişiklik göstermiştir (Alpar,2013a). Başlangıçta güvenliğin nasıl sağlanacağına devletin karar verdiği “Devlet Merkezli Güvenlik Anlayışı” geçerli iken giderek toplumun da ihtiyaçlarını belirli ölçülerde dikkate alan “Toplum Merkezli Güvenlik Anlayışı”na geçilmiş, zamanla güvenliğin toplumsal destek ve katkı olmadan sağlanamayacağı görülünce de “Toplum Destekli Güvenlik Modeli” uygulanmaya başlanmıştır. Ancak bu modellerin hepsinde de halkın ve yönetilenlerin katkısı, devletin izin verdiği oranda gerçekleşmiş ve güvenliğin nasıl sağlanacağına karar verenler her zaman devlet ve yönetim mekanizmalarının başında olanlar olmuştur. Bu durumda ise Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi, halkın gerçek ihtiyaçları ile uygulanan güvenlik modelleri arasında çok büyük farkların oluşmasına neden olmuştur.

Günümüzde insanı ve insani değerleri esas alan yeni bir güvenlik anlayışına ihtiyaç vardır.

Çoğu zaman askeri anlamda düşünülen güvenlik kavramının günümüzde geçerliliğini yitirdiği ve artık bireysel güvenlikten, çevresel, sağlık, ekonomik vb. alanları da içerecek şekilde geniş bir alana yayıldığı görülmektedir. Böylesi karmaşık bir ortamda ise geleneksel güvenlik anlayışları yetersiz kalmaktadır (Alpar, 2913b). Güvenlik konusu sadece belirli kişilere bırakılmayacak kadar önemlidir. Bunun yanında güvenlik sadece devletin sağlayacağı bir alan olmaktan çıkmış, sivil toplum kuruluşları ile toplumun tüm kesimlerini kapsayan ve uluslararası işbirliği gerektiren bir alana taşınmıştır. Bu anlamda da güvenlik hizmetinden yararlananların ihtiyaçlarına cevap verecek, geleceğin “Toplumu Destekleyen Güvenlik Anlayışı” denilen bir güvenlik anlayışını ve mimarisi oluşturmak zorunlu hale gelmiştir. Bu anlayışı; güvenliğin sağlanmasında toplumun katılımını, kararını ve ihtiyaçlarını esas alan adil ve insancıl bir mekanizmanın oluşturulması olarak tanımlayabiliriz (Alpar, 2013c).

Güvenlik alanının derinleştiğinin farkına varamayan sistemler aciz durumlara düşmüşlerdir.

Sorun güvenlik alanındaki gelişmelerin, küreselleşmenin gerisinde kalması ve güvenlik alanının derinleştiğinin farkına varılamamasıdır. Bu nedenle de güvenliğin askeri yönüne milyarlarca dolar aktaran yönetimler, ne yazık ki bir virüse karşı basit bir maskeyi üretmekte geç kalmış, dünyanın gelişmiş ülkeleri inanılmaz bir şekilde başka ülkelere ait sağlık malzemelerine el koyacak kadar aciz durumlara düşmüşlerdir.

 

 

 

Güvenliğin sağlanmasında ideal olan insanın ve toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek adil ve insani bir güvenlik yapılanmasının oluşturulmasıdır. Oysa Batı, bu yapıda insanı ihmal ettiği için yanlış düşmanın peşinde kaynaklarını boşuna harcamış, bunu yaparken de bütün dünyayı yakıp yıkma yanında, gün gelmiş kendi vatandaşlarını dahi koruyamaz bir duruma düşmüştür.

Güvenlik yapılanmasında halkın ihtiyaçları ve istekleri dikkate alınmadığından, ABD, kendi vatandaşlarına hiçbir faydası olmadığı halde düşman olarak belirlediği ülkelere yönelik başlattığı savaşta trilyonlarca doları boşuna harcamış, PKK/PYD gibi terör örgütlerine milyonlarca dolar yardım yapmıştır. Bunu yaparken de kendi halkını gerçek tehditlere maruz bırakmış, insanlar sokaklarda en küçük sağlık imkanından yoksun halde can vermiştir. Tehlike karşısında kendisini koruyacağına inandığı, güvendiği ve kaynaklarını sonuna kadar teslim ettiği yönetimlerin, asıl tehdidi bırakıp uydurma yöntemlerle bu kaynakları boşa harcadığını görmüş Batılı ülke vatandaşlarının, yaşanan olaylardan sonra artık bu kararı birkaç kişinin eline bırakmayacağı açıktır.

Mevcut uluslararası sistemin değerler sistemi çökmüştür.

Bu anlamda dayatılan uluslararası sistemin ne kadar zayıf ve sahte olduğu da ortaya çıkmıştır. Soğuk Savaş Dönemi esnasında uygulanan caydırıcılık, tehdit, güç ve çıkarlar ilişkisine dayanan sistemin, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra da “sanki bir şey değişmemiş gibi” aynen uygulanmaya çalışılması, dünyanın her yerinde sıkıntılara neden olmuştur. Böylesi bencil bir ortamda, insani değerlerden uzaklaşılmış, bir takım azınlığın refahı uğruna çevre kirletilmiş, insanlık; açlığa, göçe, kan ve gözyaşına mahkûm edilerek küçük bir virüs salgını karşısında bile çaresiz bırakılmıştır.

 Nesnel güvenlik, görünen güvenlik sorunlarıyla ilgilenirken öznel güvenlik bireylerin güvenliklerine yönelik korku hissetmemeleri üzerine yoğunlaşır. Diğer yandan uluslararası ilişkilerde Realist (Gerçekçi) Güvenlik Kavramı, devletin güvende olmadan vatandaşlarının güvende olamayacağını savunur ve askeri güvenliği öne alır. Oysa güvenlik, öznesi sadece askeri tehdit ve devlet olan bir anlayışın ötesine geçmiştir. Bu anlamda askeri güvenlik yanında, ekonomik düzen, çevre güvenliği ve sağlık gibi alanlar da güvenliğin öznesi durumuna gelmiştir. Bu değişimi göremeyen mevcut güvenlik mimarisini oluşturan kurumlar ise bu tehlikelere karşı en ufak bir hareket ortaya koyamadığı gibi bizzat kendileri virüs tehdidine maruz kalarak harekât etkinliklerini kaybetmişlerdir. Askerlerin yoğun virüs tehdidine maruz kalmaları karşısında panik yaptığı gerekçesiyle görevden alınan Amerikan uçak gemisi komutanı buna bir örnek olarak gösterilebilir.

Güç, istenilen sonuçları elde etmek üzere başkalarının davranışlarını etkileme yeteneğidir. Anlaşılan odur ki dünya güvenlik sistemleri, binlerce yıl öncesi olduğu gibi sadece güce dayanarak görünen tehditlere yoğunlaşmış ve değişen savaş alanındaki yeni tehditleri görememişlerdir.

Birleşmiş Milletler (BM)’in 1994 yılında yayımladığı “İnsani Kalkınma Raporu”na göre insan güvenliği; “yaşatılan bir çocuk, yayılmayan bir hastalık, patlamayan etnik bir gerilim, ezilmemiş bir insan ruhu” olarak tanımlanmıştı. Liberal Güvenlik Anlayışı ise liberalizmin yaygınlaşmasıyla beraber karşılıklı bağımlılık artacağından çatışmaların da azalacağını taahhüt ediyordu. Ne yazık ki mevcut güvenlik sistemleri bunları gerçekleştirmenin çok uzağında kaldı. Oysa insani bir güvenlik mimarisi oluşturulabilseydi, bugün dünyamız daha farklı bir durumda olabilir ve işbirliği içerisinde; çevre ve sağlık sorunları yanında sınır aşan uluslararası suç örgütleri, göç, fakirlik gibi sorunlarla da mücadele ederek daha etkin bir güvenlik sağlanabilirdi. 

Kalıcı bir güvenlik ortamı için hem öngörü hem de kalıcı değerler oluşturmak şarttır.

Dayatılan güvenlik sistemlerindeki en büyük eksiklik, insan faktörünün yok sayıldığı yanlış değerler üzerine kurgulanmasıdır. Hata baştan yapıldığında ise hangi düzenleme yapılırsa yapılsın çabalar hep aynı hatalı sonuçları vermektedir.

Güvenlik, insanların ciddi ve yaygın tehlikelerden korunmasını, güçlendirilmesini; yaşamlarını devam ettirebilmeleri için gerekli siyasi, sosyal, çevresel, ekonomik ve kültürel şartların sağlanmasını gerektirir. Önceden görme olmadan özgürlük objesiz, değerler bilinci olmadan ise hareket, bilinçsiz kalır (Wein,2019:94).  İnsanın farklı zaman ve mekân algısı araştırmalar ve bilgi ile gelişir. Kalıcı bir güvenlik ortamı için de hem öngörü hem de değerler oluşturmak şarttır. Tehdit bir yönüyle gerçek olgu ve olaylara diğer yanıyla da algı ve tahminlere dayanır. Bir tehdidin hakiki olup olmadığı esasen gerçekleştiği zaman ortaya çıkar ve bu da eğer zamanında önlem alınmamışsa riskleri artırarak istenilmeyen zararlara yol açar.

Mevcut uluslararası sistem sıkışma sorunu yaşıyor.

Küreselleşme kavramı “zaman ve mekân sıkışması” ile daralan bir dünya olarak algılanmıştı. Oysa daralan ve sıkışanın dünya olmadığı çok geçmeden anlaşılacaktı. Aslında sıkışan, dayatılan uluslararası sistemdi.  Uluslararası sistemin hiçbir dönemde olmadığı kadar büyük bir sıkışma içerisine girdiği görülmektedir. Tedbir alınmadığı taktirde bu insanlık için büyük bir felakete dönüşebilir.

ABD eski başkanı Bill Clington (1993-2001) küreselleşme ile tarihte ilk defa iç ve dış politika arasında bir fark kalmadığını iddia etmişti (Zygmunt, 2018: 22). Bu aynı zamanda; “burası-orası”, “yakın-uzak”, iç-dış” gibi mekânsal kavramlarının unutulması anlamına geliyordu. Oysa her şeyin iyi tarafları yanında mahzurları da olabilirdi ve bu güvenlik açısından yapılabilecek en büyük hataydı. Gerçekte uzak, kişinin hakkında çok az bildiği ve sorumluluk hissetmediği mekandı. Uzaklar; yersiz ve dayanaksız kalmak, sıkıntıya girmek, belirsizlik, güvensizlik ve korkulan kötülüklere maruz kalmak demekti. En önemlisi uzakta olmak demek bilgi, akıl ve beceri gerektirirdi. Görünen mekanlar kısa sürede kolayca çelik ve çimentodan binalarla, otoyol, demiryolları ve havaalanlarıyla donatıldı. Özgürlük sağlandığı iddia edilen alanlarda her şey katı ve kalıcı görünüyordu ancak sistemin dayandığı değerler sistemi yanlıştı ve her sistem gibi bu sistemi de çökertecek güvenlik açıkları vardı. İşte bu açığı görmek için bilge olmak lazımdı. Tıpkı siber ortamda vücut bulan sözde özgürlük alanının, insanı gözetleyen ve mahremiyetini yok eden kısıtlamalara dönüşmesi gibi.

Tehditler sınırlara tabi olmadan doğrudan merkeze ulaştı.

Tarih boyunca stratejik olarak büyük devletler diğer büyük devletlerle doğrudan komşu olmak istememişler ve aralarına, İngiltere ile Almanya arasında olduğu gibi (Benelüx ülkeleri), küçük tampon devletler yerleştirmişlerdi. Oysa virüs tehlikesi böyle bir sınırı kısa sürede atlayarak doğrudan sistemi yönettiğini düşünen ülkeleri tehdit eden bir duruma gelmiştir. Savaş alanı 2. Dünya Savaşından sonra hep Afrika ve Asya gibi kıtalar olmuştu. Şimdi ise görünmeyen küçük bir virüs sayesinde savaş alanı doğrudan Avrupa ve ABD topraklarına taşındı. Paniğe neden olan da işte bu “sürpriz etki” olacaktı.

Batı, araya ölmesini önemsemediği “öteki”ni alarak güvende olduğunu sanıyordu. Bugüne kadar sistemi kurgulayanlar, tehditlerin doğrudan kendilerine ulaşmaması için kendilerini çevreleyen ülkeleri yakın ve uzak olarak sınıflandırmış, buraları; istikrarsızlaştırmak, karıştırmak, darbeler yaptırmak suretiyle kendilerince bir güvenlik kuşağı oluşturduklarını düşünmüşlerdi. Şimdi ise virüs etkisine maruz kalan bir komşu ülke yanındaki ülke için en büyük tehdit haline gelmiştir. İyice anlaşılmıştır ki global dünyada bazı insanlar güvende değilse hiç kimse güvende olamaz.

Bu anlamda mevcut güvenlik sistemleri bir işe yaramamıştır. Üyelerinin ortak amaçlarını gerçekleştirmek üzere kurulan başta BM gibi örgütler krizler karşısında son derece yetersiz kalmış, NATO’nun yaşanan krizde olumlu yönde en ufak bir etkisi olmadığı gibi bir NATO ülkesi olan İtalya’ya Rus askerlerinin yardım için geldiği görülmüştür. Avrupa Birliği ülkeleri ise beklenilen dayanışmayı sergileyememiştir. 

Küreselleşme, sorunları çözmek yerine yeni çatışma alanları yaratmıştır.

Dayatılan uluslararası sistemin bizzat kendisinin bir güvenlik sorunu haline geldiği görülmektedir. Hoffman, küreselleşmenin sonuçları yerine “Küreselleşmenin Çatışması” kavramından söz eder (Hoffman:2002). Şüphesiz küreselleşme denilen şey eşitlik ve adalet yerine çatışmaları getirmiştir. Güç üzerine kurgulanan bir sistemde güç yetersiz kaldığında sorunların çıkması normaldir ve 1919-1939 döneminde olduğu gibi, düzeni eski haline getirmek zor olacaktır (Held ve McGrew, 2008:1-10).

Sözde modern uluslararası sistem hakikatlerin inkârı üzerine kurulmuştu (Gue, 2005: 173). Kurulan bu sistem iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt etme özelliğini çoktan kaybetmiş, liberalleşme ve küreselleşme kavramı bir avuç azınlığı mutlu ederken çoğunluğa herhangi bir katkı sağlamamıştı.

Bu sistemin “bilim” anlayışı da hatalıydı. Bilim denilen, maddileşen kültür altında makineleşme ve mümkün olduğunca fazla üretimdi. Buna yönelik oluşturulan sözde “işbölümü” gibi kavramlar sosyal bilimciler tarafından bile kabul görmüştü. Oysa küresel sistem bu argümanları kullanarak sadece ülkeler arasında değil, toplumlar hatta kişiler arasında bir rekabet duygusu yaratarak daha fazla sömürü için kendisine ortamlar yaratmıştır. Bu düzen; ülkeleri, dinleri, kültürleri birbirine düşürme yanında insanı köleleştirmiş, ardı arkası kesilmeyen bir telaş içerisinde artan tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için gerektiğinde ailesini, çocuğunu ihmal etmek zorunda bile bırakmıştır. Yardımlaşmak, dayanışma ve merhamet gibi değerlerin yok edildiği toplumlarda kişi; kalabalıklar arasında kendini kaybetmiş, dağılmış, yalnızlaştırılmıştır. Şimdi de işini kaybedecek olan bu kitlelerin elinde artık hiçbir şey kalmamıştır.

Zerzan, Gelecekteki İlkel isimli eserinde günümüzde dünyayı bir bütün olarak yok oluşun eşiğine getiren ölüm yolculuğunu anlatır. Oluşturulan sahte dünyalar hakikatin gücü karşısında çökmüş, sistem can çekişmektedir. Bu sistemin toplumlardan soyutlanmış yapısı ise çoğunluk kitlelerle arasındaki bağlantıyı uzun süredir kaybetmiştir.

Batı düştüğü güç zehirlenmesi durumu ile sorunları görmekte ve çözmekte geç kaldı.

Mevcut uluslararası sistemde varlığı koruma, ötekinin kötü olmasına indirgenmişti. Güvenlikle ilgili kavramı oluşturan uluslararası güçler aynı zamanda bunların denetleyicisi konumundaydı. Ancak sistemi oluşturanlar bu denetimi layıkıyla yapamadıkları gibi, ABD Başkanının Çin’i sorumlu tutmasında olduğu üzere, tehlikeli sonuçlar karşısında da hiçbir sorumluluk üstlenmek istememektedirler.

Chomsky’ye göre tarihi unutmak ahlaki ve entelektüel dürüstlüğü zayıflattığı gibi yeni suçlara da zemin hazırladığı için çok tehlikelidir (Chomsky, 2015:13). ABD, Soğuk Savaş Dönemi ertesinde rakipsiz kaldığı yönlendirmesi ile güç zehirlenmesine uğramaktan kaçamadı ve onlarca yıl gücünü gereksiz çatışmalarla harcadı. Göz olanı akıl ise olacağı görüyordu. ABD eski başkanlarından George W. Bush’un danışmanı 17 Ekim 2004 tarihinde New York Times dergisindeki makalesinde: “Biz tarihin aktörleriyiz… Ve siz, hepiniz! Biz ne yapıyorsak onları incelemekle yetineceksiniz.” derken bu güç zehirlenmesi ile tarihin değil de başka sonların yaklaşmakta olduğunun farkında olmanın çok uzağında görülüyordu. Oysa o yıllarda uluslararası politika uzmanı Giocomo Chiozza, ABD’nin kaygı verici bir çöküş ihtimali ile karşı karşıya ve gerilemekte olduğunu üstüne basa basa ifade ediyordu.

Ünlü Fransız yazar Albert Camus, 1938 yılında yazdığı Caligula isimli oyununda, mutlak güçlülük özlemini ve sadist denetim türünü örneklendirir. Mutlak güçlülük yanılgısı, insanın sınırlarını zorlama çabasıdır. İnsan, mutlak güce ulaşmaya çalışırken diğer insanlarla bağını yitirir, diğerlerini dışlaya dışlaya bir gün gelir kendisi dışarı atılır ve sonunda delirir. Çünkü mutlak gücünün olmadığı ortaya çıktığında, yapayalnız güçsüz birisi olarak ortada öylece kalıverir. İşte bugün kendini merkeze alarak diğerlerini dışlayan ve küçümseyen Batı’nın içine düştüğü durum da tam olarak budur.

Ne kadar algı operasyonları yapılırsa yapılsın gerçeği içermediği sürece çökecektir.

Batı’da bugüne kadar algı operasyonları ile kitleler yönlendirilmişti. Özgürlük vaadi ile değişime uğratılan Batı İnsanı da bir yerde artık ezen konumuna gelmiş ve ezilen sınıfın kişi ya da üyesi olduğu bilincini kaybetmişti (Freire, 2018: 29). Ancak algı yönetiminde yalanlar bir yere kadardı ve bir topluma söylenenlerin bir gün gelip doğru olmadığı görüldüğünde, o toplum kendi varlığını devam ettirecek çareler üretmeye yönelecekti (Partha, 2006). Bu noktada büyük bir ihtimalle kandırıldığını ve sistemin kendini ezdiğini düşünen büyük kitleler bir şekilde kendini koruma mekanizmalarını harekete geçirecektir.

Chomsky, Amerikan halkının tercihleri ile üst yönetimin tercihlerinin tamamen zıt olduğunu örneklerle ortaya koyar. Yapılan anketlere göre Amerikan halkının çoğunluğu bütçe açığını kapatmak için zenginlerden daha çok vergi alınmasını, sağlık ve sosyal güvenlik programlarına kendilerinin dahil edilmesini (yaklaşık %80’i), eğitim ve çevre sorunlarına daha fazla kaynak ayrılmasını isterken, senato ve temsilciler meclisinden alınan kararlar bunun tam tersi çıkmaktadır (Chomsky, 2015: 243-246). Ülkede %1 gibi küçük bir azınlık muazzam bir zenginlik içinde yaşarken, uygulamaların halkın geri kalanının geliri üzerinde fazla bir etkisi olmamaktadır. Siyaset ve iktisat uzmanı Thomas Ferguson, Financial Times dergisinde yayınlanan yazısında, “Gerek Cumhuriyetçiler gerekse Demokratlar kongredeki önemli mevkileri para ile satıyor. Partiye en fazla fon kazandıran parlamenter bu mevkileri ele geçiriyor.” diyerek bu konuya açıklık getirir. Kriz sonrasında da muhtemelen aynı sistem devam ettirilmeye çalışılacaktır ancak bu sefer halka bu yanlış sistemi tekrar kabul ettirmek o kadar kolay olmayacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde demokrasinin tanımının da tekrar gündeme gelmesi kaçınılmaz.

Batılı ülkelerde de hayal kırıklığına uğramış bir memnuniyetsizler kitlesinin oluştuğu görülüyor.

Güvenlikten söz edebilmek için kişinin sağlığı, aile yapısı ve hayatına yönelik tehlikelerin ortadan kaldırılması ve iş güvencesinin de sağlanması gerekir. Küçük bir azınlığın daha da zenginleşmesi için kurulan sahte düzen Batılı ülke vatandaşlarının da güvenliğini tehlikeye atmış ve bir memnuniyetsizler kitlesi oluşturmuştur. Bu açıdan Batılı ülkelerde sosyal güvenlik sistemi olmayan, sağlık sorunları karşısında tek başına kalan, işini kaybeden kısaca devletlerden beklentisi karşılanmayan kenar mahallelerdeki sessiz ve ezilen çoğunluk umutsuz kitlelere dönüşecek ve sistemi daha fazla sorgulayacaktır.

1929 yılında yaşanan buhranda insanların en azından kısa bir süre sonra eski durumlarına tekrar kavuşacakları inancı vardı. 1970’lerden bu yana ise sosyal yapıya tesir eden önemli bir düzenleme yapılmadı. Şimdi Amerikan toplumundaki hayal kırıklığı öncekilere nazaran en yüksek düzeylere ulaşmış durumda. Bu hayal kırıklığının, krizin uzun süre devam etmesi durumunda, bazı Batılı ülkelerde şiddet ve toplumsal harekete dönüşme ihtimali vardır ancak bu olmasa bile en azından bundan sonra kendilerini ilgilendiren konularda farkındalıkları daha yüksek olacak ve ikna olmadıkları birçok durumda Fransa’da olduğu üzere tepkilerini değişik yöntemlerle ortaya koyacaklardır.

Daha önce bir şeylere sahip olan kitlelerin niteliği ve tepkisi ömrü boyunca bir şeye sahip olmayanlardan farklıdır.

Üzerinde durulması gereken diğer bir konu ise memnuniyetler kitlesinin niteliğidir. Gelişmiş ülkelerde önceden sahip olduğu statü ve refah düzeyini kaybeden bu insanlar “Yeni Yoksullar” olarak tanımlanıyor. Kitle hareketlerinin en yoksullar arasında değil de genelde daha önce bir şeylere sahip olanlar arasında çıktığı biliniyor. Daha önceki iyi hayatını hatırlayan kitleler yoksulluğundan dolayı sistemi sorumlu tutuyor ve haklarının ellerinden alındığı ve gasp edildiği hissini taşıyor.

Kitlesel hareketlerde davranışa yönelten nedenlerin bilimsel olarak tespiti çok önemli. Kendi hayatları bozulan insanlar özgürlükten çok eşitlik arıyor ve aşırı zenginler öfkelerini artırıyor. Üstelik onlara maddi yardım yapılması da yatıştırıcı bir etki sağlamaktan uzak. Bu kitleler böyle bir durumda maddi yardımı değil, geleceğe dair umut verenlerin peşinden gidiyorlar. Şikayetler de genellikle çözüme en fazla yaklaşıldığı ortamlarda artıyor.

Batılı gelişmiş ülkelerde yaşayan “Yeni Yoksullar”ın daha önce en azından belirli bir refah düzeyini yakalamışken şimdi bunu kaybedecek olması hiçbir zaman refah düzeyine ulaşamamış toplumlara nazaran daha tehlikeli bir durumu oluşturuyor. Hayal kırıklığına uğramış insanlar kitle hareketine daha yatkın olmaktadırlar. Diğer taraftan insanlar karşılaştıkları yeni durumlara uyum sağlamakta zorlandıklarında da dış etkilere daha hassas bir duruma gelmektedirler (Hoffler, 2007:4). Memnuniyetsiz kitlelerin artması umutsuzluğu ve hoşgörüsüzlüğü körüklüyor. Hayal kırıklığına uğrayan insanlar ise toplum düzenini kökten değiştirmek istemekte aceleci oluyorlar. Hayatlarını tamiri imkânsız biçimde kötü bulan insanlar yeni bir güven ve umut aramaya yöneliyor. İşsiz kalan insanlar için sadece yoksulluk değil bu anlamda hayallerinde yarattıkları geleceğin yıkımı da olumsuz bir etki yaratıyor.

Sistemin yarattığı değerler artık kendi aleyhine dönmüş görünüyor.

Batı’nın bilimi kendi amaçları doğrultusunda kullanarak oluşturmaya çalıştığı düzen ilk defa bu olayda bariz bir şekilde kendi aleyhine dönmüş gibi görülüyor. Kriz döneminde insanlar ilk defa gündelik koşuşturmalardan kurtulup kendilerine dayatılan hayatı sorgulamaya başladılar. Yapılan araştırmalara göre geleceğe dair umutları kaybeden kişiler bunun suçunu kendileri dışında sisteme yüklerken ya içine kapanıyor ya da bağımlılığa ve şiddete yöneliyor (Alpar, 2014: 342). Toplumsal bir destek olmadan hiçbir yönetim uzun süre varlığını sürdüremez. Bu doğrultuda sorunlar kısa sürede çözülemez ise toplumsal hareketler yanında felaketlerden sorumlu tutulacak birçok Batılı ülke yönetiminin de el değiştireceği muhakkak.

Güvenlik ortamının geleceği

Güvenlik adil ve insancıl olmalıdır. Tarih yeniden yazılırken insani güvenlik anlayışını esas alan yeni bir güvenlik mimarisine ihtiyaç olduğu görülüyor.

Yanlış kurgulanan güvenlik sistemlerinin dünyanın ihtiyacı olan güvenliği, istenilen ölçüde sağlayamadığı ve iflas ettiği ortada. Mevcut sistemler; ülkeleri, kültürleri, etnik yapıları ve dinleri birbirine düşürerek, küçük bir azınlığın daha da zenginleşmesini sağlama üzerine inşa edilmişti. İnsan faktörü ve adalet prensibi ihmal edilince de yaratılan sahte tehditler üzerinden zulümler yapıldı ve bundan askerlerden çok siviller, kadınlar ve çocuklar zarar gördü. Güvenlik sağlamak üzere oluşturulan uluslararası organizasyonlar ise çaresizlik içinde sadece katliama uğrayan zavallıların kayıtlarını tuttu. Oysa asıl tehdit öngörülenin dışında başka bir alanda ortaya çıktı ve savaş alanını sistemi yönettiğini düşünenlerin topraklarına taşıdı. Bu yapının güvenliği sağlayamaması bir yana artık bunu kurgulayan ülkelerin vatandaşlarının da güvenliğini tehdit altında bıraktığı açık olarak görüldü.

Kriz eninde sonunda bir gün bitecektir. Muhtemelen küresel güçler sanki bir şey olmamış gibi, ufak düzeltmelerle, alışık oldukları eski düzeni sürdürmek isteyeceklerdir. Bu noktada büyük ihtimalle küresel akışkanlık halini de en azından başkaları için katılaştıracaklardır.

Ole Waever, “bir problemi güvenlik kapsamına almak” olağan dışı tedbirlerin alınmasını meşru kılacağını iddia eder. Bu kapsamda küresel sistem kendini güvenceye almak adına “ötekiler” için zaten arzu ettiği şekilde göç ve geçişleri sınırlandıracak, mal ve hizmetler içinse kontrol tedbirlerini artıracaktır.

Eski sistemde ısrar edilirse yine güvenlik belirli kişilerin elinde ihtiyaçlar dikkate alınmadan planlanmaya devam edecek ve artık yok edecek düşman bulunmayınca düşmanı içeride arayan yönetimler de ortaya çıkacaktır. Krizle birlikte hastalığa yakalanan kişileri tespit amacıyla teknolojiyi kullanarak telefonlar ve kameralarla elektronik kontrol sistemleri yaygınlaşmıştır. Gelecekte alınan kısıtlayıcı tedbirlerle birlikte bu gözetleme ve izleme sistemlerinin başka amaçlarla kullanımının mahremiyeti de ortadan kaldırması söz konusu olabilecektir. Bu ise güvenlik-özgürlük dengesinin yeniden sorgulanmasını gündeme getirecektir. Her ne yapılırsa yapılsın mevcut sistemde devam ederek alınan geçici tedbirler, güvenlik sorunlarını kalıcı olarak çözmeyeceği gibi aksine sorunları daha da içinden çıkılamaz bir hale getirecektir.

Bir sorun, sorunun kendisini yaratan bakış açısı ile çözülemez. Etrafımızın kapkara güvensizlik ortamıyla dolu olduğu bir çevrede kimileri şaşırıp arabalarını sağa sola sürüp yan yollarda kaybolurken, doğru bakış açısını yakalamayı başaranlar sislerin arasından doğru yolu bulup hedeflerine ulaşacak (Alpar, 2014: 341).

Sorun mevcut sistemin değerleri sorunudur ve öncelikle insanı esas alan bir anlayışta bu değerleri yeniden oluşturmak gerekiyor. Sorunlara çare olacak bir güvenlik yapılanması ancak bu konuda bir fikir birliğine varılmasından sonra mümkün olabilecektir. Dönüşüm ve değişim şarttır.

 

 

 

Asıl konu gündelik olayların ötesine geçerek geleceği yakalamaktır. Bu anlayışla, yaşanılan tecrübelerden de yararlanarak güvenlik beklentilerini karşılayacak adil ve kapsayıcı yeni bir güvenlik modeli ortaya konabilirse bu insanlığın geleceği adına büyük bir kazanç olacaktır. Bu konuda bütün devletler eşit şekilde bir araya gelmeli ve alınan kararlar ortak kararlar olmalıdır. İşte o zaman uygulamalar ve kazanım küçük bir azınlık veya bazı ülkelerin çıkarları için değil, bütün insanlık adına olacaktır.

Bu aşamada güvenlik konusunda uluslararası hukuki yapı oluşturulmalı ve istisnasız ve eşit olarak adaletli bir şekilde uygulanmalıdır. Hukuki yapının uymayanlara yönelik caydırıcı zorlama tedbirlerini de içermesi önemlidir.

Kurulacak güvenlik yapılanması doğrudan ve örtülü birden fazla savaş aracının belirli bir amaç için karmaşık bir şekilde kullanıldığı hibrit yapılarla mücadele edebilecek yeteneklerle donatılmalıdır.

Sivil halk ile kadın ve çocuklar; savaş, hastalık ve şiddet gibi tehditlerin etkisinden koruyacak yapılanma sağlanmalıdır. Biyolojik, kimyasal ve nükleer silahların devletler yanında terör örgütleri ve organize suç örgütleri tarafından kullanılmasına yönelik tedbirler alınmalı, tedbirler sınır aşan suçlarla birlikte, insanlığa karşı suçları da kapsamalıdır.

Ortaya çıkacak güvenlik modelinin üst yapısı daha kapsayıcı olabilir. Bu aşamada halen mevcut güvenlik sistemlerinin yenilenerek devam ettirilmesinin uygun olmayacağı düşünülmektedir. Bunun için adaleti, eşitliği ve insanı esas alan yeni bir mekanizmanın oluşturulması daha uygun olacaktır.

Mevcut güvenlik sistemlerinin bölgesel alt sistemlerle entegre edilerek desteklenmesi de uygun olacaktır. Bu kapsamda, Akdeniz’e kıyısı olan ülkeler ve Balkan Ülkeleri gibi birbirine komşu alanlarda kültürel, ekonomik ve güvenlik alanında işbirliğini içeren birlikteliklerin günümüzdeki yapılanmalara nazaran daha gerçekçi sonuçlar vereceği düşünülmektedir.

Güvenliğin sağlanmasında güvenlik algısı göz önünde tutulmalı, disiplinler arası bir anlayışla, güvenlik hizmetinden yararlanacaklar ile Sivil Toplum Kuruluşlarının ve uzman kuruluşların görüşleri planlamalarda mutlaka dikkate alınmalıdır.

Olaylara yapısına göre en uygun güvenlik birimi müdahale etmeli, bölgesel mekanizmaların çözebileceği sorunlar öncelikli olmalıdır. Daha üs yapılanmalar ise gerektiğinde devreye sokulmalıdır.

Ortaya çıkacak krizlere anında müdahale edebilecek “Hızlı Müdahale Güçleri” kademeli olarak hazırlanarak zamanında sevk edilmelidir. Bu güç askeri anlamda düşünülmemeli tehdidin niteliğine göre sorunu daha başlangıcında tespit edip çözebilecek gerektiğinde çevre ve sağlık gibi konularda uzmanlardan da yararlanılmalıdır.